Toggle navigation
KEMAL ÇİFÇİ
ANA SAYFA
UZMANLIK ALANLARI
MAKALELER
DİĞER YAZILAR
FOTO GALERİ
İLETİŞİM
ANA SAYFA
UZMANLIK ALANLARI
MAKALELER
DİĞER YAZILAR
FOTO GALERİ
İLETİŞİM
BİZİM İÇİN REKLAM DEĞER ÜRETİRKEN HESAP VEREBİLMEKTİR...
YARATICI SİNESTEZİST OLARAK JOHANN WOLFGANG VON GOETHE
Bir entelektüel olarak Goethe
"İnsanoğlu kendi kendisine ve kendisi için, zihinsel duyarlılığını kullandığı sürece, en büyük ve en muhteşem araçtır ve deneylerin adeta insandan soyutlandırılmış olması, fiziğin en büyük felaketidir. Suni araçların gösterdiği şeye, doğanın gücünün yetebildiğini sınırlandırarak ve kanıtlamak isteyerek yaklaşması oldukça açıktır." Goethe
Şair, Oyun Yazarı, Düşünür, Devlet Adamı ve Doğa Araştırmacısı olan Johann Wolfgang von Goethe, (1749-1832); Şiir, drama, hikâye, otobiyografi, estetik, sanat ve edebiyat teorisi, ayrıca doğa bilimleri olmak üzere geride 140 eser bırakmıştır. ‘Fırtına ve Coşku’ (Sturm und Drang) döneminin en önemli öncüsü ve temsilcisi olan Goethe felsefi temellerini ve kaynaklarını başta Spinoza, Leibniz, Lessing ve Herder’de bulmuştur. 1774 yılında ‘Genç Werther’in Acıları’ adlı eseri ile bütün Avrupa’da büyük ün kazanmıştır. 1790 yılından itibaren, Friedrich Schiller ile birlikte ortak ve dönüşümlü bir şekilde, içerik ve biçim olarak, Antik kültür üzerinde yoğunlaşarak, Weimar Klasik’in en önemli temsilcisi olmuştur. Değeri, ölümünden sonra azalmaya başladığı sıralarda, Goethe, 1871 yılından itibaren, Alman ulusal kimliğiyle, Alman Kraliyet’inde taçlandırılmıştır. Goethe, bugüne kadar, en önemli Alman edebiyatçı olarak kabul edilir.
Goethe’yi dünya tarihinde farklı kılan bir özelliği de renk üstüne yaptığı çalışmalardır. Kırk yıl üzerine çalışıp 1810 yılında yayınladığı Farbenlehre adlı eseriyle Newton’un renk teorisine karşı çıkıp kendi renk teorisini geliştirmiştir. “Göz ışık tarafından oluşturulmuştur ve içsel ışık, dış ışığı karşılamak üzere ortaya çıkar”, “Renkler ışığın etkisidir” diyen Goethe; sadece sarı ve maviyi temel renk olarak kabul etmiş, ve buna bağlı olarak bir renk dairesi ve üçgeni oluşturmuştur. Bununla doğanın evrenini düşünsel uzayında geliştiren ve burada kendine doğadan en iyi formsal, renksel ve yaşamsal diyalektiği çıkararak kendi ontolojik yaklaşımını sergilemiştir. Antik Ionion Okulu’nun etkisinde kalan Goethe, birbirlerine benzer doğası olan şeylerin birbirlerini tanıyabileceğini düşünüyordu. Bu anlamda, gözün ışık tarafından oluşturulduğunu ve doğanın kendisini görme duyusu sayesinde renklerle ortaya çıkardığını savlıyordu. Hiç kimsenin ışığın ve gözün doğrudan ilişkisine karşı çıkamayacağını ama ikisinin de aynı şey olduğunu düşünmenin zor olacağını da belirtiyordu.
Goethe, anlık insan deneyimi olarak renklerle ilgilenirken Newton renklerle soyut fiziksel bir fenomen olarak ilgileniyordu. Kişinin deneysel maddi bir temelde, Newton’ın sonuçlarının yanında yer alması gerekir. Fakat Goethe’nin görüşü insan deneyiminin anlık yapısına seslenir. Bir dirimselci olan Goethe yaşayan organizmalarda, fiziksel yasalara tabi olmayan bir “yaşam gücü” olduğuna inanıyordu. Goethe, klasik mekanik ve modern bilime karşı romantik tepkinin bir kısmını temsil eder. Goethe ile Newton arasındaki bu karşılaştırma, bilimin soyut açıklamalarının insan deneyiminin yaşamsal çekirdeğini inkar ettiği şeklindeki bilimin modern hümanist bir eleştirisini açığa çıkarmıştır. Kuantum kuramı ve ondan çıkan bilimler bu tür soyut açıklamaların başlıca örnekleridir. Bilim anlık dünya deneyimizin gerçekliğini yadsımaz; orada başlar. Fakat orada kalmaz, çünkü deneyimimizi kavramanın temeli duyumsal deneyimle verilmez. Bilim bize, duyumsal deneyim dünyasını destekleyen bir kavramsal düzen, deneyle keşfedilebilen ve insan zihni tarafından bilinebilen bir kozmik yasa, bulunduğunu gösterir. Bilimin bütünlüğü gibi, deneyimizin bütünlüğü, kavramsaldır, duyumsal değildir. Bu ise Newton ile Goethe arasındaki farktır. Newton fiziksel yasalar biçiminde evrensel kavramları aradı, Goethe ise anlık deneyimde doğanın bütünlüğünü aradı.
“Metodsuz söz hayalciliğe, özsüz metod boş bilginçliğe; biçimsiz konu, yorucu bilgiye, konusuz biçim boş bir aldatmacaya götürür”
Goethe
Goethe İtalyan yolculuğu sırasında tanıştığı birçok ressamla geliştirdiği ilişki sonucu renklerin estetiği ve uyumlarını göz önünde bulunduran geçerli bir sanatsal renk teorisinin eksikliğini fark eder. Weimar’a döndüğünde, kendi incelemelerine dayanarak bu işle yoğun olarak uğraşmaya karar verir. Goethe ‘Zur Farbenlehre (Renk Bilgisi)’ de Newton’ın renk deneylerini uygulamak için 1791 Mayısında ilk kez bir prizmadan bakışını betimler. Ancak Goethe fizikçilerin deneysel yöntemlerini reddettiğini ve insanın doğanın bütünlüğüyle olan ilişkisini daima düşüncesinin merkezine yerleştirdiği için kendi kendini, gözlemci olarak deney düzeninin içine katıyordu. Prizmayı, güneş ışınının içine değil de gözlerinin önüne koyar: “Prizmanın içinden bakılan beyaz duvarın eskisi gibi beyaz kalmasına, ancak üzerine bir karanlık vurunca, az çok keskin bir rengin gözükmesine ne kadar şaşırmıştım…” Bu gözlemden hareketle, Newton’ın peşinden giden egemen ışık-renk teorisine karşı, bütün hayatı boyunca sürecek muhalif görüşünü benimser. Newton 1704’te yayınlanmış ‘Opticks’ makalesiyle ışığın yedi tayf renginden (kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert, mor) oluştuğunu bu renklerin, bir ışık ışını bir prizmadan geçtiği zaman görünür hale geldiğini ortaya koymuştu. Renk oluşumunun kaynağı ışıktı. Goethe bugüne dek geçerli bu fiziksel teorinin kabul edilemez olduğunu ilan etti. Onun yanlış kanısı, karanlıkta da renklerin oluştuğu yolundaydı. Goethe görüngülerin, karşıtları sonucu olarak oluşması yolundaki ‘dinamik tasarım türü’ne ters düştüğü için ‘tümüyle hazır renkli temel ışınlar’ varsayımına ters düştüğü için ‘tümüyle hazır renkli temel ışınlar’ varsayımını da benimsemedi. O bu üretken çelişkiden hareketle, duyusal olarak yaşanabilir renk bağlamlarının fenomenolojisi olarak kendi renk bilgisini geliştirdi. Optik avandalıklar yapıp malzeme topladı ve araştırmalarını, bir şair için alışılmamış bir yoğunlukla yürüttü. Böylece Goethe ‘karanlık odalar’daki araştırmayı küçümsemiş oluyordu. Onun başlangıç noktaları fizikçilerin nesnel yöntem bilgisi değil, duyusal deney ve doğa gözlemiydi. Şaşmaz bir biçimde betimlenmiş görüngüler, deney düzeni taslakları ve doğa yaşantılarının şiirsel tasvirleri, Goethe’nin yapıtı içinde eşit ağırlıklı olarak yan yana durur. ‘Zur Farbenlehre’de deneysel bilim, felsefe ve sanat teorisi arasında kendi doğa görüşü temelinde bağlantılar kurarak, multidisipliner ayrışmayı aşmaya çalışır. Ancak araştırma tasarılarının doğa bilimlerinde pek kabul ve yankı görmeyişi onu hayatı boyunca üzecektir.
Goethe’nin geniş kapsamlı incelemelerinin girizgâhı olarak 1791’de ‘Beyträge zur Optik’ yayımlandı. Burada Goethe, prizmadan gördükleri şekliyle renk görüngülerine öncelikli bir yer veriyordu. Daha bu aşamada kıyılar tayfını, açık ve koyu bölümlerin kesişme yerlerindeki renkli kenarları ve bunların içerdiği yasallıkları keşfetti. Goethe’ye göre bu durum polarite olayını (Urphänomen), kendisinin ışık ve gölge temel ilkesi uyarınca sıcak ve soğuk tamamlayıcı renkler olmak üzere ikiye ayırdığı renkler içinde doğrular. ‘Zur Farbenlehre’ adlı başyapıtını yirmi yıllık araştırmalarının ardından ancak 1808/1810 yıllarında yayımlar. Bu yapıt, deney sonuçları, renk görüngüleri, ve prizmatik deney tasarılarını içeren, kendi elleriyle çizdiği 16 tane renkli tablonun yer aldığı bir ekle donatılmıştır. 27 küçük tablo halinde yapıta eklenen ‘optik kağıt oyunu’ndan hareketle Goethe okurları prizmayla deneyler yapmaya çağırır.
‘Zur Farbenlehre’nin birinci didaktik bölümünde renk algısını, fizyolojik, fiziksel ve ruhi bir olay olarak ele alıp, siyah beyaz resimler ve renkli suretlerle yaptığı deneylerden ve daha önce gene kendisince gözlemlenmiş nispi ve ardışık karşıtlıktan hareketle, renk algısını özünde gözün belirlediğini keşfeder. Renkli gölgeler üzerindeki çalışmalarından yeni ve önemli bilgiler elde eder. Goethe’ye göre sarı ana renk türü, beyaz ışığın bulandırılması yoluyla oluşuyor, bana karşılık karanlığın ‘ışıklanması’ durumunda, ikinci ana renk olan mavi ortaya çıkıyordu. Bunlar ana karşıtlığı, polariteyi, oluşturuyordu. Goethe ayrıca kimyasal renklerin bir teorisi ile kimyasal tepkimelerde renk değişimlerinin bir sistematiğini ortaya attı. Prizmayla yaptığı deneylerin en önemli sonucu olan altı parçalı renk halkasını iki ana renk türünden hareketle, arıtma (steigerung) yoluyla tedricen geliştirir “… çoğu kez yüksek onuru uğruna erguvan rengi adını verdiğimiz saf kırmızı oluşur”. Özellikle sanat estetiği açısından yol gösterici olan, renklerin estetiği konulu “Rengin duyusal-Ahlaki etkisi” incelemesi bu bölümün sonunda yer alır. ‘Zur Farbenlehre’nin ikinci bölümü Newton optiğine karşı öfkeli bir kalem kavgasına ayırır. Kapsamca en genişi olan üçüncü ve tarihi bölümde Platon’dan gününe kadar rengin felsefi tarihini ele alır. Buradaki amacı ise kendi teorilerini tarihsel bir bağlam içine yerleştirerek kendini haklı çıkarmaktır.
Renk teorisi bilim dünyası tarafından reddedilmiş olsa da, özellikle ünlü ressamlardan Philipp Otto Runge, Johannes Itten, Paul Klee, Vasiliy Kandinskiy’yi etkilediği gibi Renk Psikoloji’nin temelini oluşturmuştur.
Bir sinestezist olarak Goethe
Hepimiz “dışarıda” duyularımızla algılayabildiğimiz gerçek bir dünya olduğunu düşünürüz. Görebildiğimiz, işitebildiğimiz, dokunabildiğimiz, koklayabildiğimiz, tadını alabildiğimiz bir dünya... Dahası zihnimizdeki dünyaya ilişkin görüntünün büyük oranda o geçekliğin eksiksiz bir yansıması olduğuna inanırız. Fiziksel dünya da kırmızı bir elma varsa ve bizim de zihnimizde bir kırmızı elma görüntüsü varsa, gerçekliği kesinlikle doğru algıladığımızı düşünürüz. O elmadır ve kırmızıdır ya da kırmızıdır ve elmadır. Ancak zihnimizdeki görüntüler, her zaman gerçek dünyadakilerle bu şekilde eşleşmez. Duyularımız dış dünyadan bilincimize veri ulaştıran kapılardır. Duyma, görme, koklama, tat, dokunma, zaman hissi. Ancak, bu duyuların bir kısmı, fizyolojik anlamlarda süzgeçlere sahiptirler. Bu süzgeçler, tıpkı atmosferimizin güneşten gelen tüm ışınları geçirmemesi ve bazıları için seçici geçirgen izin vermesine benzer. Aynı şekilde gözünüzün elektromanyetik tayfın tüm kısmını değil sadece “görünür” tayfını algılaması gibi. Bu alan tayf içinde çok küçük bir alan oluşturur. Benzer aralık işitme duyumuz için de vardır. Beyin fiziksel dünyanın ve alıcıların sınırlamasının üzerine kendisi de belli oranlarda girdileri kontrol ederek sınırlama oranını arttırır. Duyularımızdan gelerek toplanan uyarılar, röle istasyonu tarafından “yararsız ve geçersiz” bilgi miktarı azaltılarak beyine ulaştırır.
Sinestezi (Duyum İkiliği), Yunanca syn: birlikte ve aesthesis: algılamak kelimelerinin birleşiminden oluşan istemsiz bir deneyimdir. Birleşmiş duyular ve “eşduyum” olarak da ifade edilebilir. Sinestezi, istemsiz yoğunlaşma sonucu ortaya çıkan belirgin canlı ve güçlü duyusal deneyimdir. Yalnızca, insanların çok azı günlük olağan durumda sinesteziyi yaşarlar. Bazı araştırmacılarca dil dışı düşünmenin özel bir belirtisi olarak kabul edilirken, bazılarınca ise "hastalık", "anormallik" ya da mucize, mistik bir insan yeteneği olarak kabul edilir. Hatta sinesteziyi biyolojik bir olaydan ziyade sosyal ve kültürel bir görüngü olarak görenler de vardır. Sinestezinin birçok şekli vardır. En sık izlenen şeklinde kişi, harfleri algıladığında onları renkler olarak deneyimler. Her harf, kişinin kendisine göre farklı bir renk olarak algılanır. Bu kişiler, eğer erken çocukluk döneminde bu deneyimi yaşamaya başlarlarsa sinezteziyi günlük normal, olağan bir olay olarak düşünürler. Sinestezistlerin çoğu, diğer insanların algısal deneyimlerinin bir parçası olarak aynı deneyimleri yaşamadıkları öğrendiklerinde büyük bir şaşkınlık yaşarlar. Çünkü o zamana kadar herkesin kendisi gibi algıladığını kabul etmiştir.
Sinestezistlerin çoğu, dilsel veya müziksel sinestezi deneyimini yaşar. Harf-renk sinestezisinde, harflerin kimliği renklerin kimliğini belirler. Konuşulan harfler için sesin şiddeti, söyleniş tipi harflerin eşlenikleri üzerine etki etmez. Ses-renk sinestezisinde genellikle, kişiler gözlerinin önünde renkler görürler ve sesin perdesinin değişimi ile renklerde değişir. Görme alanları tamamen renklerle dolabilir.
Goethe’de bir sinestezistti. O en çok, rengi ve ışığı gerçekte nasıl gördüğümüz, dünyayı ve sanrıları nasıl yarattığımız sorusuyla ilgilendi. Ona göre bütün bunlar Newton’un fiziğiyle değil, beynin henüz bilinmeyen işlevlerinin açıklanmasıyla öğrenilebilecekti. Bunu da “Görsel sanrı nörolojik bir gerçektir” sözü ile özetliyordu. Goethe, ‘Zur Farbenlehre’yi o kadar önemsiyordu ki tüm şiirsel eserlerine eş değerde tutuyordu. Çağdaşları tarafından önemsenmeyen ‘Zur Farbenlehre’ yıllar sonra renk kuramının optiğiyle ilgilenen Hermann von Helmholtz (1892) “rengin sürekliliği” ile ilgilendi ve eşyanın renginin sürekliliğinin onun sınıflandırmasını sağladığını öne sürdü. Ona göre rengin sürekliliği, genel anlamdaki görsel sürekliliğin, kaotik duyular selinden istikrarlı ve anlamlı bir görsel dünya oluşturma yolunun öznel bir örneğini oluşturuyordu.
Eğer sinestezi gerçek ise, normal diye ayırdığımız insanların yaşayarak deneyimlediği gerçek nedir? Birinci kişi, öznel olarak bir sinestezist gerçeği algıladığı gibi deneyimliyorsa (harf-renk) ve bu deneyimin normalden farklı olduğunu bir ikinci kişiden (nesnel), yani diğer insanlardan edindiği bilgi ile öğreniyorsa, bizim beyinlerimizle algıladığımız öznel gerçek nedir? Hepimizin öznel gerçekliği neden aynı değil? Ya hepimiz sinestezist olarak evreni algılıyorsak ve Goethe gördüğü gerçekse!
Bir sinestezist olmayan Mehmet Arslan Güven bizi Goethe’nin gözleriyle renk yolculuğuna çıkarırken; fotoğrafın başka türden imgeleri de imleyebileceğini göstermektedir. Goethe’nin renklerinin başka coğrafyalarda karşılık bulması sanatın evrenselliğine vurgu yaptığı gibi bir fotoğraf okuru olarak algı dünyamızda da yeni pencereler açmaktadır.
Kemal Çifçi
Sosyolog
Aralık 2010 Öveçler-Ankara
Sosyal Medya
Beni Takip Edin
İLETİŞİM
Adres
Çetin Emeç Bulvarı
1286. Sokak No:7A/11
Öveçler / Ankara / Türkiye
(0312) 473 00 39
(0532) 512 68 09
bilgi@kemalcifci.com
İletişim Formu
Gönder